Nisan Sabahı



-Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.


Zirâ faydası yok ne doğuma ne ölüme. Dirilmesi gereken dirilir. Gövermek de çürümek de yaşamdır.


''Nisan en zâlim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri, bahar yağmuruyla''



dizeleri ile başlamış, Çorak Ülke adlı sarsıcı şiirinin ilk bölümüne Eliot; Ölülerin Gömülüşü ironisiyle şerhlemiş bir de.

Bir tohum; patlayıp filizlenmek için nasıl emek verirse kendine, sanki öyle; yirmi iki saat çabalamışım doğmaya. Filizlenmek cesaret ister. Bütün tohumlar cesurdur. Doğa cesurdur. Ve kaçmaz, kaçınılmazdan korkmaz.

Yaşam ile kavga etmekten korkuşum, bir nisan sabahı başlamış; ertesi günün sabahına dek. Doğduğunda ciğeri yanıp da ağlamayan bebek, nefes alamıyordur. Yaşam kaynağı önce ağlatır. Bulutlar acı çeker ve yağar; yeryüzü yaşasın için. Ben de direnememişim daha fazla bu itkin korkuya ve kaçınılmaz ''ilk''e adım atmışım; acıtan ve sonrasında ağlatan derin bir nefesle, gözümü açarak o nisan sabahına.


Dünyadaki tek mülküm; bedenimle.

Çok yağmur yağıyormuş o esnâda. Bu sabah gibi. Yağmurda ıslanmak ve onun tadını almak, ıslattığı toprağın kokusunu duyarken ferahlamak; en sevdiğim yaşam belirtilerindendir. Ne ki çok uzun süredir kendimi yağmura teslim etmediğimi hatırladım. Çocukluğa geri dönemiyorum. Yaşama hevesinden korkuyorum.

Korkunun ecelin gelişine faydası yok. Korkunun doğumun gerçekleşmesine faydası yok. Korkunun erginleşmeye faydası yok. Olacak olanı engelleyemez korku. Hiçbir zaman engelleyemedi. İçimde, olacak olanın korkusu var. Bazen pozitif hisler de korkutur. 


- Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.


Kimi zaman kelimeler acıyı susturur.
Acı, kelimelerle motiflenen cümlelerin ardına saklanır tam da ''kişi'' tarafından; hissetmemek/yaşamamak için. Yazılmış bu oyalarla acı, tariflenir fakat kanlı canlı yaşanamaz. Hissedileni yaşamak, ertelenir. Bundan kaçılır. Susturucu takılmış acı... Hayır, ben ''susturucu'' kimliğinden sıyıracağım kelimelerimi bu defa.

Hiçbir yaşıma bu denli hüzün yoğunluğu ve istek yoksunluğuyla girmemiştim. Bu bahar'ı içim almıyor. Zorlanıyorum. ''Acı''nın kelime halinden de mevcutiyetinden de çok sıkıldım. Bitmeyen bir erbâinden çıkarmaya çalışıyor sanki Nisan beni. Ve çok acıtıyor. Bambaşka bir acı. Doğum gibi. Gövertiyor...

Acımı yaşamak, yaşadığımı yazmak istiyorum. Acıyı yazmak değil. Acıyı diriltmek değil, öldürmek. Ölüm, yaşam yoksa anlamsız. Önce kanırta kanırta. Sonra büyük özgürlük. Acıyı bilmek ama anlatmak zorunda olmamak, her defasında. Çünkü anlatmak, hatırlatır. Susmak da unutturmaz. İkisinin arası. İnsan sustukça, hafızası daha konuşkan olur. Tekrar tekrar anlatmak ise hem hafızayı hem kalbi yorar. Yeterince kanırtılanın ödülü, gövertilmektir.



- Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.


Nisan'ın birinci gecesi, bir vazgeçilme sahnesine şahit oldum. Bangır bangır bir sahneydi. Öyle ki bu tam da o günün anlamına ithafen şaka olmalı diye düşünüyorum son on beş gündür. Oysa düşünceler gerçek değildir. Çocuk olmak, çocuk kalbimle; ''Bu bir şaka biliyorum :)'' demek istiyorum. Çocukluğa geri dönemiyorum.

Şu hayatta emin olduğum tek şey varsa o da düşüncelerin gerçek olmadığıdır. Zihnimiz, bizi o illüzyondan, bu illüzyona sürükleyip duruyor. Zihin düşünendir. Ve düşünceler gerçek değildir. Kalbim ne hissediyor, kalbim de aksine bu defa düşüncelerimin gerçek olduğunu hissediyor.

O gece şöyle bir duygu hakimdi. Teneffüsteyim ve oyunun en güzel yerinde derse girme zili çalıyor. Kahroluyorum. İtiraz da edemiyorum. Fikrimce teneffüsler hep çok kısadır hem. Sahiden kısadır.

Tadı damakta kalan, her özel ve kısacık anlar gibi tadı damağımda kaldı. ''Anı'' oldu. Kimi insanların varlığı, tam artık bitti dediğiniz yerde bir suni teneffüs gibidir. Suni teneffüsler hayat kurtarır. Öyle insanlarla derin nefesler alırsınız. Pürüzsüz, lekesiz, hırıltısız nefesler. ''Kurtarsana!'' demeye gerek kalmadan hem de. Çoğunlukla tadı damakta kalır, ''anı'' olur.



-Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.


Ağrılı, sancılı, zonklayan bir bacağınız varken; sağlıklı bir bacak hayal etmek zordur. Böyle bir durumda başka bir uzvu yaralayıp odak değiştir. Ve tüm bunları herkesten saklanarak yap. Seni kimse o halde görmesin.

Bunu telkin ettim yıllarca kendime. Oysa pansumandan, iyileştirmekten uzak bir telkin bu. Kişi kendine şefkat gösterdiğinde odağını daha pozitif öğelerle ikna edebilir oysa. Görünürlükten de çekinmez.

Son on beş gündür zorunlu olmadıkça hiç konuşmadım. Kimseyle. Ki sohbet, asla. Uzak dursun. Sık sık ağlıyorum. Geçen akşam sigara almaya gittim köşedeki markete. ''Winston'' dedim, ''Soft'' derken hıçkırıyordum meselâ. Hiç sağlıklı değil değil mi? Ben de öyle düşünüyorum. Fakat hissim öyle değil. 

O (kalbim), diyor ki;  ''Ağla. Kendine acıdığın için değil, acını atmak için ağla. Şu an tek dostun bu göz yaşları. Ağla kızım!''.

Ben kolay kolay ağlayamam. Gözyaşlarım ılıkmış. Yastıkların ıslanması efsane değilmiş. Tanrı'm ağlamak sıcacıkmış.

Görünür olmaktan korkmak, kendine gönüllü eziyet. Ama kişi bir an olsun izin verir de sarılabilirse kendine; ''Winston'' der, ''Soft'' derken ağlayıverir işte böyle kimseye görünmekten korkmadan, saklanmadan... Ağlamak sıcacıkmış.

Ben izin verdim, gözyaşlarım ılık ılık okşadı yanaklarımı; şefkatli bir anne rolüne soyunarak. Çocukluğa geri dönemiyorum.

Çok soğuk günlerde, hatırlıyorum; okuldan üşümüş döndüğümde, annem kapıyı açardı ve evimiz bana sıcak hava üflerdi; yeni pişirilmiş tarhana çorbasının kokusunu kendine arkadaş ederek. Sarıp sarmalar, içeri alırdı beni ev ve ''acıktın mı?'' diyen annem. Gözyaşlarım aktıkça, son on beş gündür; öyle bir his arıyorum. Çocukluğa geri dönemiyorum.



- Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.

''Kaybolduğunda en eksik olan şey, her zaman en az kuşku duyulan şeydir; çünkü onu düşünmek kendini yeniden bulmaktır.'' demiş Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk' ta.

Ben bu umutsuzluk taklidine devam etmek istemiyorum. Zira yeterince hastayım. Hem rüyalarım da iş başında. Fakat kendimi Kierkegaard' in şu sözlerinde bulmaktan alıkoyamıyorum;

''Bu hastalıktan ölünmesinden ya da bu hastalığın fiziksel ölümle sona ermesinden çok; bu hastalığın işkencesi, can çekişen ama ölemeden ölümle savaşan kişi gibi ölememektedir. Sürekli bir can çekişme halindedir.'' 

Umutsuzluk hastalığı daha iyi tanımlanamazdı sanırım. ''Evet işte bu. Tam olarak hissettiğim bu.'' dedirtemedi bana başkası. 

Aklıma, Yaralı Şifacı, ''ölümsüzlük hastalığı'' ile mücadele eden tanrı Chiron geldi. Hani şu bacağı yaralanan ve bu yarası bir türlü iyileşmeyen ve ölümsüz olduğu için de çok acılar çeken ve kendi yarasına derman ararken, bulduğu ama kendisinde asla işe yaramayıp, başkalarının hastalıklarına derman olmuş şifa yöntemleri yüzü suyu hürmetine; kendisine ölümlülük bahşedilmişti. Sonunda ölmüş ve acısından kurtulmuştu. Ölüm bir Tanrı için şifa olmuştu. Muhtemelen Chiron umudunu hiç kaybetmemişti. Ama kaybetmeyi de kabul etmişti; ölümsüzlüğünü... Şifası belki bu kabulden geçti. Yani kabul'den.


- Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.



Ne ki doğduğum günde en çok ölümden söz ediyorum. Bu bir tekâmül ise eyvallah ve fakat umutsuzluktan kurtulmak isterken, önce acıyı kabul etmek gerek. Bunun şifası kabul etmek ve saklanmamak ise evet saklanmayacağım. Artık saklanmayacağım. Tıpkı köşedeki markette sigara alırken ağlayabildiğim gibi. İçime akıtmak, içimi; beni boğan duygularla doldurdu. Nefes alamıyorum ve sanki bir cinayetin, bu cinayetin suç ortaklarına dönüşmüş olan ruhum; boşalmak, bedenim; kusmak, kalbim; haykırmak istiyor açıkça;



- Tanrım! Canım çok yanıyor. Al acımı sana yalvarıyorum! Bana tohumdaki cesareti, uyutulmuş kökleriyle kar altında kalmış ağaçtaki umudu bağışla.


- Ve sen aynadaki kadın! Az önce yine göz yaşını yuttun, gördüm! Bırak aksın. Yağmur olsun. İzin ver gövertsin seni Nisan. Çektiğin acı bu olsun. Yeter ki izin ver bu zulüm sana şifa olsun. Saklanma. İzin ver. Bahar başlasın. Yeşersin, tomurcuklansın, çiçek açsın ruhun. İzin ver ve gönendirsin seni Tanrı. 

- Ey kalbim! Umudu hatırla. Ağaçlardan feyz al. Yeşil'in dönüşümü heycanlandırsın seni. Yaşama hevesi bulaştırsın sana. İyileş. Sen yeşili çok seversin. Sen Simya'sın. Korkma.




- Bugün benim doğum günüm, saklanmayacağım.




''Haykırsam, kim duyar beni melekler katından?'' dizesiyle başlamamış mıydı Rilke, ağıtlarına?...
                                                                     



                                                                                                                                       
                                                                                                                    S. April
  
                                                                                                                                                    
                                                                                                                             
                                                                         








                                                   

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar